
Akademik eğitim gerçekten kayda değermiş gibi davranmaya bir son verelim[1]
Bir iftira davasında yargıç, jüriyi “Mickey Mouse tazminatları” vermemeleri konusunda uyarmış, fakat bunun gülünç derecede büyük mü yoksa küçük mü bir rakam olduğu konusundaki belirsizlik kafaları karıştırmıştı. Diğer yandan hükümetin hangi üniversite diplomasının “Mickey Mouse” kategorisine girdiği konusunda hiçbir tereddüdü yok. Öyle ki düşük entelektüel düzeye, zayıf öğrenci devamlılığına sahip ve mezunlarını British Airways’in CEO koltuğuna taşımayacak akademik programları kapatmayı planlıyor. Artık astroloji ya da salon dansları alanında doktora programları olmayacak; jonglörler, aslan terbiyecileri, su falcıları veyahut mezuniyet günü kep ve cüppeyle sahneye çıkan kissogram çalışanları tarihe karışacak.
Mesele şu ki hükümet, bu konuda yeterince ileri gitmiyor. Ülkeye hiçbir somut kayıp vermeden kaldırılabilecek pek çok akademik alan var. Mesela tarihi ele alalım: Bir zamanlar birileri onu, asla yaşanmaması gereken olayların toplamı olarak tanımlamıştı. 8. yüzyıldaki An Shun iç savaşı, yaklaşık 429 milyon insanın ölümüne yol açmıştı; yerli Amerikalıların sistematik yok edilmesi, Mao Zedong’un katliamlarını ikiye katlayacak büyüklükteydi. Genel olarak baktığımızda aslında tarih, kan ve vahşetten ibarettir. Dünya üzerinde uzun vadeli bir barış ve adaletin hüküm sürdüğü bir dönem olmamıştır. Merhamet ve şefkat, büyük ölçüde bireysel veyahut yerel düzeyde kalmıştır. Çoğu insan, azınlık bir grubun refahı için ağır koşullar altında çalışarak hayatını sürdürmüştür.
Öğrencilerimizi bu katliam ve vahşet dolu tarih anlatısıyla yüzleşmeye bırakmak son derece tehlikelidir. Birçoğu zaten oldukça hassas, dolayısıyla bir tarih kitabı açmak onların kaygılarını yalnızca derinleştirecektir. Bize, tarihin karanlığında kaybolan depresif bireyler değil, umut dolu ve ileriyi görebilen yurttaşlar lazım. Viktoryenler iyi biliyordu ki umutsuzluk, siyasî hoşnutsuzluğa giden yolu açar. Öyle ki okuduklarımızın bizi neşelendirmesi, umutsuzluğa sürüklememesi gerekiyor. Çoğu medeniyet, istila, işgal veyahut soykırımla kurulmuştur; ancak Edmund Burke’ün de söylediği gibi toplumlar bu “ilk günahı” bastırarak ve zamanla unutarak gelişir. Gerçekten başarılı olmak istiyorsak geçmişten kurtulmalıyız. Unutmak, ilerlemenin anahtarıdır.
Edebiyat alanındaki çalışmalar için de durum pek farklı değil. Thomas Hardy’nin 19. yüzyılın sonlarında yazmaya başlamasına kadar Britanya’da mutsuz sonla biten roman neredeyse yoktu. Emily Brontë’nin Uğultulu Tepeler romanı, nadir görülen cesur bir istisna olarak öne çıkar. Henry Fielding, Jane Austen ve Charles Dickens gibi yazarlar için mutlu sonlar âdeta kaçınılmazdı. Bunun sebebi basitti: Dünyada öyle bir yer olmalıydı ki iyiler ödüllendirilip kötüler cezalandırılsın; işte bu yer, romanın ta kendisiydi. Toplum ne kadar acımasız ve yağmacı hale gelirse gerçek hayatta adalet bulmak da o kadar zorlaşır. Ancak gerçek dünyada mutlu sonlar, azalmaya başladıkça edebiyatta da giderek yapay ve inandırıcılıktan uzak hale geldi. Bu yüzden 20. yüzyıl romanlarının tipik sonları, iç karartıcı ve çözümsüz bir hâl aldı.
Ernest Hemingway’in Silahlara Veda romanı, başkahramanın genç sevgilisinin gözlerinin önünde hayatını kaybetmesinin ardından şu sözlerle sona erer: “Bir süre sonra odadan çıktım, hastaneden çıktım ve yağmurun altında otele geri yürüdüm.” Demek ki edebiyat da insanın moralini bozan şeylerden biridir. Gerçek dünyaya umutla yönelmenizi sağlamak yerine, sizi kasvetli bir şekilde kendi karanlık düşüncelerinizin içine çeker. Şiir okumak da ruh sağlığı açısından zararlıdır. Tiyatro ve romanlara gelince hiç var olmamış insanları ve olayları yıllarca, hatta bir ömür boyu incelemek, oldukça anlamsız bir uğraş gibi görünüyor.
En azından tarih, bu konuda edebiyata göre bir adım önde. Kimse edebiyatın tam ve kesin bir tanımını yapabilmiş değil —ki bu da aslında söz konusu alanın ne kadar boş bir çaba olduğunu gösteriyor. Temenni edelim ki havacılık mühendisliği için durum farklıdır. Dahası şiir, roman veyahut tiyatro okumak için üniversite öğrencisi olmaya gerek yok. Zaten pek çok insan bunu kendi boş zamanlarında yapıyor. Arada sırada bir bira içmekten de keyif alıyorlar, ama kimse bunun üzerine bir diploma almayı gerekli görmüyor.
Coğrafyanın alenen bir bilim olarak kabul edilmesi bile şüpheli. Bir zamanlar Oxford’daki bir kolejde akademisyen olarak bulunmuştum ve orada iki coğrafyacı vardı. Biri, Midlands bölgesindeki Asya topluluklarının demografisini inceliyordu; diğeriyse kum tepeleri konusunda uzmandı. Böyle bir alan nasıl tutarlı bir bilim dalı sayılabilir ki? Görünüşe göre birçok Amerikalı, dünyanın neresinde ne olduğunu bilmeden gayet iyi idare edebiliyor —tabii bombalamaları gereken yerleri saymazsak. O halde biz de aynı yöntemi benimseyebiliriz. Zaten haritalar da bir dizi soruna yol açıyor: Göçmenlere ve teröristlere yerimizi belli ediyorlar. Üstelik gerçeği çarpıtıyorlar; Rusya ve Çin’i devasa topraklar olarak gösterirken Birleşik Krallık’ı küçük bir leke gibi resmediyorlar. Oysa bu durum, Rus barbarlığı ile Britanya medeniyeti arasındaki uçurumu görmezden gelmemize neden oluyor.
Artık Avrupa Birliği’nden çıktığımıza göre coğrafyaya olan ihtiyacımız da azaldı; modern diller için de durum pek farklı değil. Manhattan’ın Upper West Side mahallesinde yaşayan bir kadının dediği gibi, “Neden seyahat edeyim ki zaten buradayım.” Biz Britanyalılar da aynı şeyi söyleyebiliriz; sonuçta sanayi, imparatorluk, modernite, liberalizm ve dünyanın en büyük oyun yazarının doğduğu ülkede yaşıyoruz. Elbette Britanyalılar tatil için güneşin peşinden yurt dışına gidiyor, ancak iklim değişikliği bu alışkanlığı yakında ortadan kaldıracak, zira buradaki sıcaklıklar da Sicilya seviyelerine ulaşmak üzere.
İklim krizinin belki de tek artısı, kimsenin yurt dışına çıkmaya ihtiyaç duymayacak olması. Kıta tatilleri hem anlamsız hem de imkânsız hale gelecek. Tabii ki bunun yerine evimizde sıcaktan öleceğiz, ama Katie Price’ı hiç duymamış insanların arasında ölmeye kıyasla kendi halkımızın içinde ölmek daha iyi bir seçenek sayılabilir.
Teoloji, nesnesi dahi olmayan bir alandır. UFO araştırmaları ve Loch Ness Canavarı çalışmalarıyla aynı seviyededir. Klasik çalışmalar ise Neron, Caligula ve en az bir eski başbakan gibi pek de hoş olmayan insanlarla ilgilenir. Sosyoloji, sol ideolojiyi bilimsel bir kılıfa sokmanın kibarca bir yoludur. Siyaset bir meslektir, akademik dâhiler için düzenlenen bir seminer değil. Sanata gelirsek satılabilir eserler üretmek için Raphael veya Rembrandt hakkında en ufak bir bilgiye sahip olmanıza gerek yok. Hatta isimlerini bilmenize bile lüzum yok. Felsefe, “Hiçbir şeyin önemi yoktur” cümlesinin gramer yapısıyla “Hiçbir şey konuşmaz” cümlesinin gramer yapısını karşılaştırarak insanları intihardan kurtaracağını düşünen akademik titizler içindir. Bilimin pratik uygulamaları olan kısımları korunmalıdır, lakin kuarklar, kara delikler ya da bir karıncanın bağırsakları gibi alanlarla uğraşan bölümler pek de gerekli değildirler.
Tıp faydalıdır, ancak hayata bakış açımızı değiştirebilsek acaba ne kadarına gerçekten ihtiyaç kalırdı? Biraz daha özsaygı, biraz daha az mızmızlanma ve olumsuzluk —ve göreceksiniz ki kanser gibi hastalıklar nasıl da azalmış. Hukukun vazgeçilmez olduğunu iddia edenler var, ancak hukuk aslında doğru ile yanlış arasındaki farkı bilmektir ve bunu öğrenmek için eski yasa kitaplarını didiklemeye gerek yoktur. Ahlak anlayışınızı zaten ailenizden edinmiş olmalısınız. Önemli olan akademik kürsüler değil, aile yuvasıdır.
Gerçek şu ki bize gereken tek şey işletme fakülteleri. Orada burada birkaç laboratuvar haricinde üniversiteleri tamamen ortadan kaldırarak devasa bir maliyet tasarrufu yapabiliriz. Doğrudur, mevzubahis durum, gençleri ellerinde fazlaca boş zamanla baş başa bırakacaktır, ancak zorunlu askerlik günlerinde bu hiçbir zaman bir sorun değildi. Zaten üniversiteler kendi içlerinde büyük bir çelişki barındırıyor. Orta Çağ’dan sürüklenerek çıkarılıp verimlilik uğruna yeniden şekillendirildikten sonra artık fildişi kulelerden çok Tesco’nun genel merkezine benziyorlar.
Eskiden “profesör” olarak bilinen üst düzey yöneticiler, bir zamanlar “öğrenci” diye adlandırılan tüketiciler ve son derece kârlı bir ürün (sözde “bilgi”) ile üniversiteler, artık tamamen ticari bir yapıya büründü. Yakında fikirlerin fiyatları belirlenerek tüketiciler, bütçelerine uygun olanları seçmek zorunda kalacak. Eğer metafizik dersi yeterince müşteri çekmiyorsa bunun yerine Yeni Başlayanlar İçin Kumar gibi daha “kârlı” bir kurs açılabilir. En az bir Britanya üniversitesi, dijital çağda kâğıdın gereksiz olduğu gerekçesiyle akademisyenlerin ofislerinde kitap bulundurmasını caydırıyor. Böyle giderse yakında parşömen ve tüylü kalemle ders notları almaya başlarlar.
Buraya kadar her şey gayet takdire şayan —ancak tuhaf bir şekilde bu kurumların hissedarları yok ve hâlâ devletin soğuk pençelerinden kurtulabilmiş değiller. Evet, ortalıkta bir iki özel üniversite var, fakat kimse tam olarak nerede olduklarını bilmiyor. Artık saklanmayı bırakmalı ve inançlarının arkasında duracak cesareti göstermeliler. Devlete eğitime müdahale etme yetkisi verin, bakın bakalım kısa sürede Keir Starmer Hamlet’in en mantıklı yorumunu belirlemeye başlamış mı… Ve ona aykırı ders vermeye çalışanların vay haline!
Üniversitelerin devri sona erdi. Bazı akademik bölümlerin gereksiz, bazılarınınsa değerli olduğunu iddia etmeyi bırakalım. En iyisi, hepsini toptan ortadan kaldıralım.
[1] Bu ironik ve satirik yazının özgün kaynağı için bkz. Terry Eagleton, “It’s time to abolish the university: Let’s stop pretending academic study is worthwhile,” UnHerd, 16 August 2023.